Yakın zamanda Kraliçe Elizabeth’ in ölümüyle yeniden gündeme gelen monarşik yönetim biçimi ayrı bir tartışma konusu olması ötesinde kralların veya kraliçelerin beğensek de beğenmesek de uzun yıllar öncesinden gelen ve ucu Tanrıya kadar giden bir “meşruiyeti” olduğunu bilmek gerekir. Konusunda uzman kişilere göre meşruiyet 3 şekilde elde edilmekte. Birincisi TANRI,( kral ve kraliçeler örneği) GÜÇ, (pozitif ve negatif anlamda düşünülebilir), bir de IKNA; bu daha fazla liderlik gibi konularla ilgili olan bir meşruiyet kazanımı olup, insanları veya kitleleri fikirlerinize ikna ettiğiniz ve peşinizden getirdiğiniz zaman söylediklerinizin ve yaptıklarınız meşruiyet kazanır.Monarklar gücünü tanrıdan alır ve bunu kan bağı ile nesilden nesile aktarır. Dolayısıyle, dini, kültürel ve tarihsel açıdan nesilden nesile aktarılan bir miras söz konusudur. Bir monark ölür, yerine yeni birini bırakır, bazı gelenekler hiç değişmez, yüzyıllarca aynı şekilde devam eder.
Tüm bu cenaze törenlerini ve bir ülkenin devamlılığı niteliğinde düzenlenen ritüelleri izlerken, ister istemez zihnimiz, bizi yaşadığımız yer ile de kıyaslamaya itiyor. Biz yarına, gelecek nesillere ne bırakıyoruz?Gençlerimize, çocuklarımıza neyi miras bırakacağız? Neyin yüzyıllar boyunca nesilden nesile aktarılmasını istiyoruz?
Burada artık “bıraktıklarımız” deyince akla gelen şeyler kapılara bırakılan siyah çelenkler ve molehiyalar , çöpler, çöp kokuları vs vs...gerisini siz getirin... Günün sonunda ülkede siyaset yapanların, ülkeyi yönetenlerin veya yönetmeye aday olanların gelecek nesillere ne bırakılacağı konusunda da bazı kaygılar taşıması gerekmiyor mu? Eh, çok da şart değilmiş gibi duruyor şu an. Yarına bırakması gerekenleri düşünmek bir yana, siyaset düşünmeyi bıraktı, akıl yoluyla iş yapmayı bıraktı, çocukları bıraktı, gençleri, yaşlıları bıraktı, eğitimi bıraktı, iş yaşamını, sağlığı, çevreyi bıraktı...ve muhafazakar oldu..İdeolojiden bağımsız elindekini muhafaza etmeye odaklandı....
Peki ülkede yaşayan insanlar bu tablonun neresindedir? Siz kendinizi nerede görüyorsunuz? Yoksa hala umut denilen son kalenin duvarının altında mı bekliyorsunuz? Umut her zaman iyi bir şey değildir. Nasıl bir umut olduğuna bağlıdır iyi olup olmaması. Karşı Koyan/Karşı Gelen bir Umut (Defiant Hope) içindeyseniz, rahatsız olduğunuz konularda bir aksiyon almış ve belirli bir yol haritasında ilerliyorsanız umuttan bahsedebilirsiniz.Çünkü bir planınız vardır, ve izlediğiniz yolda ilerledikçe sona varışı düşünüp umutlanırsınz. Umut kalesinin duvarının dibinde oturup ağlıyor ve “umutlu olmalıyız,allahtan umut kesilmez” gibi hissiyatlar Yanlış Umuttur(False Hope), sonu bir yere varması çok zor bir umuttur. O yüzden umut hem bir lanet hem de bir nimettir...Ve yine o yüzden umuttan bahsederken ve umutlu olmak gerekir derken altını iyice doldurmak gerekir...
Bir nesli kaybediyoruz gibi...en azından yeni nesilin umutlarını kendilerinin iyice şekillendirip planlaması çok önemli oalcak gibi duruyor...Sevgili gençler, siz de bırakıldınız, birçoğunuz için bir çok kişi kaygı taşımıyor ve uzun bir süre de taşıyacağa benzemiyor...Dolayısıyla yine birçoğunuzun bu ülkeye herhangi bir vefa borcu yoktur, genç yaşınızın verdiği özgürlükleri vicdan yapıp kısıtlamayın, özgür düşünün, ufkunuzu geniş tutun...Memleket sizi harcıyor, bari siz kendinizi harcamayın.
“Milletin genç unsurları bozuk olmaz, onlar ancak yetişkin adamlar bozulduğu zaman bozulur.
(Montesquieu)